Aslında bambaşka bir yazı için gelmiştim bloga. Sonra fark
ettim ki sırası değil. Klavyeyle parmaklarım bir kere de kendim için buluşsun
istedim. Biraz da aforizmalar kusayım istedim. Öncelikle hava soğuyor. Yaşadığım
yer sonbahar mevsimini göz ardı edecek bir iklime sahip. Bu demektir ki benim
melankoli mevsimim de kapıda. Kış çocuğu olanlar kışı sevmeli mi? Öyle olmuyor
sanırım. Çünkü ben kışı pek sevmem. Hava erken kararıp odamın camları
buğulanmaya başladığı zaman içime katıksız bir hüzün çöker. Mandalinanın elimde
bıraktığı keskin koku hayat sevincimi söker alır. Pencereyi açtığımda ıhlamur
kokusu yerine bacalardan yükselen is kokusu gelir ve bu da benim midemi
bulandırır. Günlük hassasiyetlerim had safhaya ulaşır. Hiç yeri değilken aşık
olurum. Gereksiz yere hüzünlenirim. Yemek yedikten sonra pişman olurum, tuvalete
gitmeden mızmızlanırım. Fazla uyuduysam “ömrümü biraz daha kısalttım” diye hayıflandığım
doğrudur. Ne kadar üzücü şey varsa izleyip kendime eziyet ederim. Hatta
ağlarken uyuya kalıp sabah kirpiklerim ıslak uyanırım. Sabah erken kalktığımda
arabaların üzerinde gördüğüm şeffaf buz tabakası beni sinirlendirir. Elimde
olsa tırnaklarımla o tabakayı kazımak isterdim. Günün geç aydınlanması beni
oldukça mutsuz eder. Nerede o ılık yaz gecelerinin sabahını müjdeleyen güneş? Yerler
hep çamur olmaz mı... Adımlarımı dikkatle atmama rağmen paçama senkronize
kümelenmiş çamur tanecikleri varsa çileden çıkarım. Buğulanan gözlük camlarıma
küfürler yağdırmayı pek severim. Sırf bu yüzden buz gibi havayla boğuşup sığındığım otobüsler kabus
haline gelir. Kışın vizyona giren Noel temalı ucuz-romantik aşk filmleri ölüm
gibidir, nefret ederim. Aslında aşk
filmlerinin hepsi ölüm gibi.
Tüm bunları yazmama sebep olan birkaç saat önce annemin söylediği
şu korkutucu sözler olabilir:
“- Yarın sabah kışlıkları çıkaralım artık.”